Bazı günler tarih yazılır, bazı günler ise sadece hatırlamanın bedeli ödenir; 5 Kasım tam da o günlerden biri.
Bugün 5 Kasım…
Miladi takvime göre yılın 309. günü. Yılın bitmesine yalnızca 56 gün kalmış. 56 gün… Düşün, neredeyse bir nefes, bir bakış kadar kısa. İnsan ömrünün de yılı gibi; fark etmeden geçiyor. Ve biz, her sene olduğu gibi bu günü de “tarihte bugün” köşesinde selamlıyoruz.
Ama gel biraz farklı bakalım bugün tarihe. Yani o tozlu arşivlerde saklı kalmış “soğuk bilgi” olarak değil de, bugüne seslenen bir dost gibi…
Çünkü tarih, eğer bugüne dokunmuyorsa, sadece toz tutmuş bir hikâyeden ibarettir.
5 Kasım 1605… Guy Fawkes ve arkadaşları İngiltere Parlamentosu’nu havaya uçurmaya çalışıyorlar.
Amaçları açık: adaletsizliğe, zulme, ikiyüzlü iktidara karşı ses çıkarmak. Yakalanıyorlar, idam ediliyorlar.
Yüzyıllar sonra maskesi bir sembol oluyor — “V for Vendetta” filmiyle milyonlarca insanın hafızasına kazınıyor.
Peki bizde hiç Guy Fawkes çıkmadı mı?
Oldu. Ama bizde barut değil, kalem patlardı.
Biri şiiriyle, biri sözüyle, biri meydanda attığı bir çığlıkla…
Ama hepsinin sonu ya “vatan haini” ya “deli” damgası oldu.
Bugün hâlâ maskeleri farklı ama hikâyeleri aynı insanlar yaşıyor aramızda.
Bir şeyleri sorguladığı için dışlananlar, sessizce cezalandırılanlar, susturulanlar…
Yani tarih hâlâ yazılıyor; sadece artık mürekkebi görünmez hale geldi.
IV. Murat, o meşhur sert padişah. Yasaklarla, emirlerle, otoritesiyle hatırlanır.
Ama asıl hikâye hep gözden kaçar: IV. Murat Musul’a girerken, aslında imparatorluğu kurtarmaya değil, disiplini yeniden inşa etmeye gidiyordu.
Bugün Musul’a bak, o günle bugün arasında ne fark var?
Hiç.
Toprak aynı, dert aynı, savaş aynı.
Sadece oyuncular değişti.
Ve biz hâlâ aynı cümleyi kuruyoruz: “Birileri birilerini kurtarmaya gidiyor.”
Oysa kimse kimseyi kurtarmıyor; herkes kendini kurtarmanın derdinde.
Bugün ayrıca Birleşik Krallık ve Fransa, Osmanlı’ya savaş ilan ediyor.
Ve Kıbrıs, o gün resmen Osmanlı’dan İngiliz yönetimine geçiyor.
Kıbrıs meselesi o kadar uzun bir hikâye ki…
Bugün bile adada barış değil, “ara bölge” var.
Yani savaş bitmiş gibi görünüyor ama barış hâlâ başlamamış.
Bu bana hep şunu hatırlatır:
Gerçek barış, masada değil, insanın içinde başlar.
Kalbinde nefretle oturmuş bir toplumdan, adil bir dünya çıkmaz.
5 Kasım 1922, İsmet Paşa başkanlığındaki heyet Lozan Barış Konferansı’na gitmek üzere yola çıkıyor.
O trenin içindeki hava, emin ol, çok başkaydı.
Bir tarafta savaşın yorgunluğu, diğer tarafta yeni bir ülkenin doğum sancısı.
Bir devrim hazırlığı, bir hayal, bir direnişin devamı…
Bugün trenler hâlâ gidiyor bu ülkede ama çoğu artık barışa değil, kaçışa gidiyor.
Gençler Avrupa’ya, Amerika’ya, bazen sadece biraz huzura…
Oysa Lozan’a giden tren, “biz burada kalacağız” diyenlerin treni idi.
Şimdi o trenin yerinde, bilet bulamayan bir kuşak var.
Ve bu bana acı geliyor.
Bugün, Atatürk’ün açtığı Ankara Hukuk Fakültesi de doğum gününü kutluyor.
Yani bugünün başka bir anlamı daha var: adalet.
Ne ironidir değil mi?
1605’te Guy Fawkes adaletsizliğe karşı barutla çıkıyor,
1925’te biz “adalet”i hukukun temeline koyuyoruz.
Ama bugün, 2025’te, adalet hâlâ herkesin farklı tanımladığı bir kelime.
Kiminin adaleti cüzdanda, kimininki vicdanda…
Kimininki güçte, kimininki susmakta…
Belki de adaletin öldüğü bir çağda yaşıyoruz.
Ama yine de adalet arayışı, insan olmanın son kalesi bence.
İngiltere’de bugün, ilk televizyon reklamı gösterilmiş.
Reklam, medyanın ve tüketim kültürünün doğduğu anlardan biri.
Şimdi her yer reklam.
Bir nefes alırken bile “sponsorlu içerik” görüyoruz.
İnsan bile artık bir “marka” olarak yaşıyor.
Herkesin bir “kişisel markası” var ama kimsenin “kişiliği” kalmamış gibi.
Benim için bu bilgi önemli çünkü ben de dijital dünyada içerik üretiyorum.
Ama her içeriğin bir amacı olmalı.
Benim amacım tıklanmak değil, dokunmak.
Çünkü reklamlar geçer, ama içten söylenen bir cümle kalır.
Bugün aynı zamanda Devlet Tiyatroları’nın kuruluş günü.
Ne büyük ironi…
Bir yanda barut komplosu, bir yanda sahne ışıkları.
Bir yanda yıkım, bir yanda yaratım.
Tiyatro, aslında barutun tam tersidir.
Barut yakar, tiyatro anlatır.
Ve ben hep inanmışımdır: “Bir toplumun tiyatrosu sustuğunda, halkı da susar.”
Bugün tiyatro salonları boşsa, bu ülke biraz daha susmuştur demektir.
Bugün aynı zamanda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tutuklandığı gün.
Komünizm propagandası yapmakla suçlanıyor.
Düşünsene, bir fikir için hapse atılmak.
Sadece “eşitlik” dediği için.
Bugün hâlâ fikir suç değilmiş gibi yapıyoruz ama öyle.
Sosyal medyada bile insanlar, özgür olduğunu sanarak otosansürle konuşuyor.
Kıvılcımlı’nın adı unutulmuş olabilir ama düşüncesi değil.
Çünkü düşünceyi zincirle bağlayamazsın.
Bugün Ayetullah Humeyni, ABD’yi “büyük şeytan” ilan etmişti.
Bu cümle, sadece bir politik tepki değil, bir dönüm noktasıydı.
Çünkü dünya o günden sonra ikiye bölündü:
Doğu-Batı, inananlar-inkârcılar, gelenek-modernite…
Şimdi ise yeni bir çağın içindeyiz: Dijital çağ.
Artık şeytanlar bile Wi-Fi ile bağlanıyor.
Yalan, hakikatten hızlı yayılıyor.
Ve belki de en korkuncu, kimse artık “doğru”nun ne olduğuyla ilgilenmiyor.
Bugün, Saddam Hüseyin’e idam cezası verilmişti.
Bir dönem dünyanın en korkulan adamıydı.
Ama her diktatörün sonu aynıdır: yalnızlık.
Kendi yarattığı korkunun içinde boğulmak.
Tarih bize hep aynı şeyi söyler ama biz asla dinlemeyiz:
Zulmün sonu yoktur.
Ve hiçbir iktidar sonsuza kadar sürmez.
Ve geliyoruz bugüne en yakın tarihe:
2023 yılında Özgür Özel, Cumhuriyet Halk Partisi’nin yeni genel başkanı seçildi.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun 13 yıllık dönemini kapattı.
Bir partinin iç değişimi gibi görünür ama aslında bir toplumun yorgunluğudur bu.
Değişim isteyen bir ülkenin aynası.
Ama şunu da biliyorum: değişim isimle değil, zihinle başlar.
İsimler gider, sistem kalır.
Ve sistem, değişmeden hiçbir devrim tam olmaz.
Tarih 5 Kasım diyor.
Ama ben duvar takvimine değil, kalp takvimine bakıyorum.
Çünkü tarihler, aslında insan hikâyeleridir.
Her 5 Kasım’da birileri doğdu, birileri öldü, birileri direndi.
Birileri sahneye çıktı, birileri susturuldu.
Ama hepsi, bugünün bizini oluşturdu.
Ve belki de en önemlisi:
Her 5 Kasım, bir hesaplaşmadır.
Kendinle, geçmişle, suskunlukla.
Bu kadar olayın içinde benim aklımda tek bir cümle kalıyor:
“Her çağın barutu farklıdır.”
Kimi kalemiyle yakar dünyayı, kimi tweet’iyle.
Ama önemli olan, hangi amaçla yaktığın.
Yoksa ateş, sadece yakar; ısıtmaz.
Bugün sen de kendi içindeki barutu fark et.
Korkularınla, öfkenle, suskunluğunla yüzleş.
Belki küçük bir cümleyle, belki bir yazıyla.
Ama bir yerden başla.
Çünkü tarih, sadece savaşlarla değil, konuşan insanlarla yazılır.
Bugün 5 Kasım 2025.
Ben yine masamda bir bardak çayla oturuyorum.
Geçmişi okuyorum ama aklım hep bugünde.
Çünkü tarihteki her olay bana aynı şeyi söylüyor:
“Yaşadığın çağ, geçmişin sınavıdır. Eğer anlamazsan, yeniden yaşarsın.”
O yüzden yazıyorum.
Unutmayalım diye.
Barutu değil, bilgiyi patlatalım artık.
Ve tarihin tozlu raflarına değil, insanların vicdanına dokunalım.
Yorumlar