Advert
Advert

18 Ekim: Balinadan Baraja, Yumruktan Venüs’e — Tarihle Bugünün Muhabbeti

18 Ekim: Balinadan Baraja, Yumruktan Venüs’e — Tarihle Bugünün Muhabbeti

Yayınlanma Tarihi : Google News
18 Ekim: Balinadan Baraja, Yumruktan Venüs’e — Tarihle Bugünün Muhabbeti

Bugün 18 Ekim. Takvime göre yılın 291. günü (artık yıllarda 292.), yılın sonuna 74 gün kalmış. Takvim yaprağı bir yaprağı daha koparmaya hazırlanırken ben de çayı demleyip geçmişin sayfalarını karıştırıyorum. “Tarihte Bugün” yazıları, benim için sadece bilgi kırıntıları değil; aynı zamanda bugüne ayna tutma işi. Hani bazen bir aynaya bakarsınız, yüzünüzde yıllar önceki bir çizgiyi görürsünüz; işte o. Okurken hem gülüyorum hem söyleniyorum; hem gururlanıyorum hem de içten içe sızlıyor canım. Neyse, gelin birlikte dolaşalım: dünya neler yaşamış, memleket neler görmüş, kim gelmiş kim geçmiş…


18 Ekim’in kısa özeti

Bugün ne var? Kıta değiştiren topraklar, çığır açan bir roman, yayıncılığın anıt kurumu, uzaya meraklı bir sonda, spor tarihinin en onurlu selamlarından biri, baraj temelleri, uçak kaçırma krizinde milimetrik operasyon, siyasi istifalar ve bağımsızlıklar, mahkeme salonları ve vicdan terazileri… Ve tabii doğanlar, ölenler: felsefe, bilim, müzik, sinema, spor. Kısacası 18 Ekim, tarihin “sıradan gün” diye geçiştirmeyeceği günlerinden.


Alaska’ya 7,2 milyon dolar ve bugünün ev fiyatları

1867. ABD, Alaska’yı Rusya’dan 7,2 milyon dolar karşılığında satın alıyor. Bugün İstanbul’da, “deniz görmese de olur” bir dairenin hayli üstüne çıkan rakamlarla boğuşurken insanın aklına şu geliyor: “Şu memlekette bir arsa parasıyla kıta alınan günler varmış.” Strateji dersi gibi anlaşma: jeopolitik konum, madenler, enerji, balıkçılık, iklim araştırmaları… Kâğıt üstünde bir rakam; gerçekte koskoca bir gelecek. Alaska Satın Alımının, “kısa vadede pahalı, uzun vadede ucuz” olduğuna iyi bir örnek. Keşke kendi hayatımızda da bazı kararları böyle uzun vadeli alabilsek; birikimi, emeği, sabrı aynı sabırlı müzakereyle yürütsek.


Balina göründü: Moby-Dick’in “Balina” diye yayımlandığı gün

1851. Herman Melville’in Moby-Dick’i, İngiltere’de The Whale (Balina) adıyla yayımlanıyor. Adı sade, içeriği dalga dalga. Bugünlerde sosyal medyada “uzun yazı okumam” diyenlere inat, o devasa romanın her bölümü, hayatı bir balina kadar kocaman ve bir harpun kadar keskin anlatır. “İnsan tutkusu neye benzer?” derseniz, Ahab’ın tek gözünü değil, tüm yüreğini bedel olarak bıraktığı o saplantıya bakın. Benim için Moby-Dick, kısayollar çağında ısrarla “uzun yol” öneren bir dosttur. Cesaret, delilik, kader… Hepsi bir güverte üstünde.


BBC’nin doğumu: Yayıncılıkta çıta

1922. BBC kuruluyor. Yayıncılığın “yahu bu iş böyle yapılır” dediği çıtalardan biri. Bugün “bilgi kirliliği” diye ağzımıza sakız ettiğimiz olguya karşı, kurumsal ciddiyetin ve etik standartların nasıl bir omurga oluşturabildiğini gösteren örneklerden. BBC, sadece bir kurum değil; aynı zamanda “kamu yararı” kavramının mikrofona bürünmüş hâli. Düşünün, mikrofonu eline alan herkes konuşabilir ama herkes kamunun kulağına aynı sorumlulukla konuşamaz. Bizim buralarda mikrofon çok, sorumluluk az olduğunda çıkan kakofoni malum. Eh, yine de umut: iyi yayıncılık hâlâ mümkün.


TBMM’nin yeni binası, Uşi Antlaşması ve Saimbeyli’nin kurtuluşu

1924’te TBMM’nin yeni binası açılıyor. Bir bina düşünün; içinden yasalar geçecek, umut geçecek, bazen de öfke. Bina dediğin taş ve harç ama içeride dönen şey, bir ülkenin nabzı.
1912’de Uşi Antlaşması imzalanıyor; Trablusgarp Savaşı fiilen bitiyor. Coğrafyanın kader olmasını reddedenlerin, masada kader yazmaya çalıştığı yerler buralar.
1920’de Saimbeyli’nin kurtuluşu… Her kurtuluş, yerel gibi görünür ama haritada yürek kadar geniş bir yer açar. Bir ilçenin özgürlüğü, koca bir ülkenin özgüvenine eklenir.


Türkiye Komünist Fırkası: Bir fikir, bir korku, bir bahane

Yine 1920. Türkiye Komünist Fırkası Ankara’da resmen kuruluyor. Cumhuriyet’e eşi yakın bir zamanda, fikirlerin de sınavı. Bizde ideolojilere genellikle ya kutsal emanet muamelesi yapılır ya da “devlet düşmanı” torbasına atılır. Oysa fikir, tartışılmadan fikirdir; yasaklandığında sadece yeraltına iner. Tarih boyunca gördük: fikirler ile korkular çarpıştığında kazanan, uzun vadede hep merak ve tartışma kültürü olur. Kısa vadede kazananı tahmin etmek kolay; uzun vadede kazananı görmek için sabır gerekiyor.


Telefon hattı: Chicago – New York

1892. Chicago ile New York arasında ilk uzun telefon hattı açılıyor. Bugün cep telefonlarımızla dünyanın öbür ucuna görüntülü bağlanıp “ses gelmiyor, görüntün dondu” diye söyleniyoruz ama bir düşünün: İlk kez iki şehrin sesi birbirine bağlandığında ne hissedildi acaba? “Sesim gidiyor ama ben gitmiyorum” hissi. Biz bugünlerde sesimizi bazen çok gönderiyoruz, kelamın kıymeti azalıyor. Keşke az konuşsak, öz konuşsak; tıpkı eski mektuplar gibi.


Venera 4: Venüs’ün kapısını çalan zihin

1967. Sovyetler Birliği’nin Venera 4 uzay aracı, Venüs’ün atmosferine ulaşıp ölçüm yapıyor. “İnsan merakı” denen şey, taş yonttuğumuz günden beri peşimizi bırakmayan o tatlı bela. Kaşiflik, bir parça delilik ister. Hâlâ yıldızlara bakıp dilek tuttuğumuz bir çağdayız; iyi ki de öyleyiz. Çünkü yıldızlar olmasa, yukarıya bakmayı unutacağız. Yalnız Venüs’ün asitli bulutlarına merak saran insan aklı, keşke dünyadaki adaletsizliklerin asidini de nötralize edecek bir formül bulsa.


Tommie Smith ve John Carlos: Yumruğun onuru

1968. Meksika 1968’de kürsüde Tommie Smith ve John Carlos, siyah eldivenli yumruklarıyla “Black Power” selamı veriyor. Dünya Olimpiyat Komitesi cezayı basıyor. Hani spora “siyaset karışmasın” diyenler var ya, sanki hayatı ikiye ayırabiliyormuşuz gibi: “Şu kadarı spor, şu kadarı siyaset.” Adalet duygusu ile kas gücü birbirinden ayrılmıyor işte. O yumruğun gölgesinde büyüyen çocuklar, bugün hâlâ hakkını aramayı öğreniyor. Ben o fotoğrafa bakınca “insanın omurgası da kasmış meğer” diyorum.


Mogadişu baskını: Milimetrik operasyon

1977. GSG-9, Lufthansa uçağını Mogadişu’da basarak rehine krizini bitiriyor. Terör, rehineler, pazarlık, operasyon… Her krizde olduğu gibi “önceden olmasaydı keşke” dedirten dramatik bir sahne. Kurtarılan 86 rehine, kurtarılamayan huzurların arasında eve dönüyor. İnsanlık, her başarılı operasyonun ardından şu dersleri konuşmalı: nedenler, sonuçlar, kök sebepler. Kriz söndürmek yetmiyor; yangın çıkarmayan bir dünya kurmak esas mesele.


Karakaya Barajı’nın temeli: Suyun gücü

1976. Karakaya Barajı’nın temeli atılıyor. Suyun üzerinde kurulan medeniyet, suyla yine medeniyete dönüyor. Bugünlerde enerji krizlerini, iklim krizini, kuruyan gölleri konuşuyoruz. Barajlar bir yandan enerji, bir yandan ekoloji tartışması. Ben öğrenciyken baraj haritalarına bakıp “şu maviliğin kaderi ne” diye düşünürdüm. Cevap basit değil; ama soru kıymetli. Fırat’ın suyu, sadece türbin döndürmüyor; aynı zamanda devlete, vatandaşa “dengeyi bul” diyor.


Balgat katliamı, Dev-Yol davası: Hafızanın ağır taşları

1979’da Balgat katliamının sanıkları idama mahkûm ediliyor; 1982’de **574 sanıklı Ankara Dev-Yol davası başlıyor. Türkiye’de 70’ler – 80’ler, yalnızca rakam değil; aile albümlerinde siyah-beyaz acılar. Sağ – sol diye bölündükçe gerçek meseleler gölgede kaldı; ekmek, özgürlük, adalet… Mahkeme salonları doldu; vicdanlar uzun kuyruk. Bugün hâlâ benzer kavgalara farklı etiketlerle sürüklenirken o yılların fotoğraflarına bakıp şunu hatırlamak istiyorum: “İnsan hayatı bir ideolojinin aksesuarı değildir.”


Honecker’in istifası ve Azerbaycan’ın bağımsızlığı

1989. Doğu Almanya lideri Erich Honecker istifa ediyor. Duvar yıkılmadan hemen önceki sarsıntılardan biri. Bir rejim yerinden oynarken önce sessizlik değişir, sonra seslerin tonu.
1991. Azerbaycan bağımsızlığını ilan ediyor. Kafkasların rüzgârı serin eser; o günlerde bayraklar daha bir parlak. Bizim coğrafyada sınırlar, sadece haritada çizilmez; türkülerde, ağıtlarda, gurbet mektuplarında da çizilir. Azerbaycan’da Bağımsızlığın Yeniden Sağlanması Günü, yalnız siyaset değil; kültürün, dilin, kalbin de günü.


Mahkeme koridorları: Metin Göktepe ve Yaşar Kemal

1996. Metin Göktepe davası Aydın’da başlıyor. Gazeteciliğin mahkeme duvarlarıyla imtihanı. Yine 1996’da Yargıtay, Yaşar Kemal’e verilen cezayı onuyor. Kalem, bazen bir suç aletine dönüştürülüyor bu topraklarda. Oysa kalemin suçu, hakikatin tarlasına izinsiz girmiş olmaksa ben de suçluyu destekliyorum: girsin, kazsın, çıkarsın. Gazetecilik ve edebiyat, aynı gövdenin iki kolu; biri bugünü yazar, diğeri ebediyeti.


Benazir Butto ve siyaset riski

2007. Benazir Butto, ülkesine döner dönmez bombalı saldırıya uğruyor, yüzlerce insan ölüyor, Butto kurtuluyor. Siyaset, çokça konuşuyoruz da riskini unutuyoruz. “Halk için siyaset” güzel bir cümle; ama halkın içinden gelen acılarla örülmüşse ağır. Siyasetçinin bedeni de, sokaktaki insanın hayatı da aynı derece değerli. “Siyasi hedef” diye bir şey yok aslında; insan var. Bunu unutan her rejim, önce dilini kaybediyor, sonra vicdanını.


COVID-19’un 40 milyonu geçtiği gün

2020. COVID-19 vakaları dünya çapında 40 milyonu geçiyor. Hepimizin hafızasına beton gibi dökülen zamanlar. Bugün parka çıkıp maskesiz koşan bir çocuğu görünce “oh be” diyoruz ama kaybettiklerimizin sayısı basit bir istatistik değil. Öğrettiği ders mi? Kırılganlık. Ve bir de dayanışma. İlkini hâlâ kabullenemedik; ikincisini de part-time yaşıyoruz. Oysa insan, tam zamanlı dayanışmayla insandır.


Doğanlar: Bergson’un zamanı, Shore’un müziği, Navratilova’nın kortu

Doğum günlerini şöyle bir sayalım; her biri başka bir kapı açıyor:
Henri Bergson (1859) — zamanın “süre” olduğunu kulağımıza fısıldayan filozof. Mithat Paşa (1822) — bir idare adamı olarak reformu hatırlatan isim. Klaus Kinski (1926) — sinemada çıldırmanın estetiği; Chuck Berry (1926) — rock’n’roll’ın babalarından, gitarla yürüyüş öğreten adam. Howard Shore (1946) — sinemaya orkestra kuran ruh; Martina Navratilova (1956) — kortun cesareti ve teknik zerafeti. Lindsey Vonn (1984) — dağın yamaçlarında rüzgârla yarışan hız. Zac Efron (1987), Brittney Griner (1990)… Liste uzun; demem şu: 18 Ekim, felsefe, müzik, spor ve sinemada doğumhanesi kalabalık bir gün.


Ölenler: Edison’un lambası, Babbage’ın hayali, Cajal’ın siniri

Ölümleri okurken bir garip olur insan: Dünya onlarla kurulmuş, onlarsız devam ediyor.
Charles Babbage (1871) — bilgisayarın rüyasını ilk görenlerden. “Analitik makine” dedi; biz yıllar sonra “kapat aç düzelir mi”ye sıkıştık.
Thomas Edison (1931) — icatlar kısa, etkisi uzun bir ömür. Elektrik ampulünden daha çok, icat cesareti kaldı bize.
Santiago Ramón y Cajal (1934) — sinir sistemine “yakından bakmanın” şairi; mikroskobun altına şiir koydu.
Nuri Pakdil (2019), Bekir Coşkun (2020), Colin Powell (2021)… Yalnız isim değil bunlar; her biri bir çağın cümlesi. Pakize Tarzi (2004): Türkiye’nin ilk kadın jinekologu; Boğaz’ı yüzerek geçen ilk kadın. “İmkânsız” sözcüğünü sökmüş atmış.


Ulusların günlüğü: Kozkavuran fırtınası ve bağımsızlık

Ayrıca takvim kenarında notlar: Azerbaycan’da Bağımsızlığın Yeniden Sağlanması Günü. Bir milletin takvimdeki notu, nabzındaki ritimdir. Bir de Kozkavuran Fırtınası; bizim geleneksel meteoroloji sözlüğümüzde, rüzgâra bile isim verip tarih düşeriz. Hava, kültürün en eski günlüğüdür: “Şu gün rüzgâr sert eser, şu gün yağmur takvim tutar.” Bazen fırtınayı takvim yazmaz; toplum yazar.


Atatürk Hipodrom’da, Berlin’de Türk ezgileri

1936’da Atatürk, Ankara Hipodromu’nda at yarışlarını izliyor. Devlet işi, gündelik hayatın içine değdiğinde bir ülke normalleşir. Lideri yalnız kürsüde görürseniz tedirgin olursunuz; tribünde görürseniz gülümsersiniz.
1943’te Ulvi Cemal Erkin ve Necil Kazım Akses, Berlin’de sahnede. Müziğin pasaportu güçlüdür; sınır kapısında damga istemez. İki besteci, bir ülkenin kulağını Avrupa’ya çevirir. “Bu toprakların notası var” der.


Texas Instruments ve transistörlü radyo: Cebimize sığan dünya

1954. Texas Instruments, ilk transistörlü radyoyu üretiyor. Sonra ne oluyor? Dünya cebe giriyor. Sonra Walkman, sonra MP3, sonra telefon… Taşınabilirlik, özgürlük gibi görünür; fakat tüketim alışkanlıklarımız değiştikçe “sahip olmak” ile “dinlemek” arasındaki denge de bozulur. Yine de itiraf: cebimde radyo taşımayı seviyorum; çünkü sokaklar, müzikle daha anlaşılır.


Çekoslovakya’nın işgali: Haritalar ve yürekler

1944’te Sovyetler Birliği, Çekoslovakya’yı işgal ediyor. Haritalar bazen cetvelle çizilir; kalple okunur. İşgaller, sadece coğrafyayı değil, insanların güven duygusunu da işgal eder. Bugün dünya haritasına bakarken çizgilerin ardında insan hikâyeleri var: ayrılıklar, göçler, suskun sofralar.


Sporun kenar notu: Bir yumruk kadar güçlü, bir düdük kadar kısadır iktidar

Bugünün spor sayfası Tommie Smith ve John Carlos ile açıldı. Kapatırken şunu not düşeyim: Spor, “asla siyaset değildir” diyenlere inat, bazen en politik cümleyi kurar. Çünkü bedenimiz, hayatımızın en görünür yeridir; haksızlık, en çok bedende hissedilir. Bir düdük çalar, maç biter; ama yumruğun fotoğrafı kalır.


Kendi payıma 18 Ekim

Benim 18 Ekim’im nasıl geçer? Bazen kitap raftan kendini atar: “Moby-Dick’i oku” der; bazen radyoda eski bir Chuck Berry yürüyüşü duyulur. Bazen Bergson’un “süre” dediği şeyi, kaynayan çayın buharında görürüm: tık tık ilerleyen bir saat değil, genişleyip daralan bir zaman. Bazen bir gazeteci fotoğrafına bakar, Metin Göktepe’yi hatırlar, içimden “hakikatin fotoğrafını çekenlerin omuzları ağırdır” derim. Bazen Azerbaycan’ın bayrağı dalgalanır ekranımda, bir kamança sesi çalar, gözlerim dolu dolu.

Ve evet: bugün Kozkavuran derler; rüzgâr bir yerlerden “hadi” diye esiyorsa boşuna değil. Her fırtınanın çağrısı vardır: kimini şemsiye ile, kimini söz ile, kimini susarak karşılarız.


Son söz

18 Ekim, tarihsiz cümleleri sevmeyen bir gün. “Bugün de böyle geçsin” demiyor; “hatırla, düşün, kıyasla, ibret al” diyor. Alaska’dan Ankara’ya, Venüs’ten Meksika’ya, Berlin’den Aydın adliyesine kadar uzanan bir hat bu. İçinde baraj da var, mahkeme de; yayıncılık da var, edebiyat da; özgürlük de var, baskı da. Yani hayatın kendisi.

Biz ne yapalım? Öğrendiğimiz her bilgi kırıntısını, bugünün davranışına dönüştürelim. Adalet gördüğümüz yerde omuz verelim, haksızlık gördüğümüz yerde ses olalım. Bilime kulak verelim, sanatı sofranın başköşesine koyalım. Siyasetten umudu kesmeyelim; çünkü umut, siyaset üstü bir akciğer. Felsefeyi günlük hayata indirmeyi deneyelim; Bergson misali, zamanı plastik gibi eğip bükemesek de, zamana yenilmeden yaşayalım.

Bugün 18 Ekim. Yılın 291. günü. Kalem elimde, çayım yanımda. 74 gün sonra yeni bir yılın kapısına dayanacağız. O güne kadar ne yapacağız biliyor musunuz? Her günün içindeki tarihi arayacağız. Çünkü her gün, küçük bir Uşi Antlaşmasıdır; biten bir şeyin ardından gelen başka bir şeydir. Her gün, bir telefon hattıdır; uzakla yakının bağlanmasıdır. Her gün, bir Venera 4 cesaretidir; bilinmeyene bir sonda daha. Her gün, bir kürsüde yumruk gibi yükselen onurdur.

Ben Osman Coşkun; tarihle sohbet ederek bugünü yaşıyorum. Siz de buyurun masaya; bir sayfa daha çevirelim. Yarın yine konuşuruz. Bugünün anahtarlarını şöyle bırakıyorum: Alaska Satın Alımı, Moby-Dick, BBC, TBMM’nin yeni binası, Uşi Antlaşması, Saimbeyli’nin Kurtuluşu, Venera 4, Tommie Smith & John Carlos, Karakaya Barajı, Mogadişu Operasyonu, Balgat Katliamı, Dev-Yol Davası, Erich Honecker, Azerbaycan’ın Bağımsızlığı, Metin Göktepe, Yaşar Kemal, Benazir Butto, COVID-19, Henri Bergson, Mithat Paşa, Charles Babbage, Thomas Edison, Santiago Ramón y Cajal, Nuri Pakdil, Bekir Coşkun… Ve Kozkavuran Fırtınası.

Rüzgâr kapıyı çalarsa açın; belki tarihtir gelen.

begendim
0
Begendim
bayildim
0
Bayildim
komik
0
Komik
begenmedim
0
Begenmedim
uzgunum
0
Uzgunum
sinirlendim
0
Sinirlendim

Yorum Gönder

Yorumlar