Bir Fotoğraf, Bir Duruş: Diyanet İşleri’nde Atatürk’ün Gölgesi Yeniden
Merhaba sevgili okur,
Bugün Türkiye’de uzun zamandır görmeye alışık olmadığımız türden bir haber düştü gündeme.
Belki sen de denk geldin: Diyanet İşleri Başkanlığı’na atanan Prof. Dr. Safi Arpaguş, göreve başladıktan sonra makam odasına Mustafa Kemal Atatürk’ün portresini astı.
Ama öyle sıradan bir portre değil bu…
1923 yılında, Atatürk’ün Uşak’ta dualarla karşılandığı tarihi bir fotoğraf.
Evet, yanlış duymadın. Dualarla.
Bir başka deyişle, bu fotoğraf hem inancı hem inkılabı aynı kareye sığdırıyor.
Ve o kare, yıllardır birbirine zıt kutuplarda konumlandırılan iki değeri — din ve cumhuriyet — yeniden yan yana getiriyor.
Türkiye’de bir makamın duvarına kimin fotoğrafı asıldığı bile bir semboldür, bilirsin.
Hele ki o makam Diyanet İşleri Başkanlığı ise…
Orada asılan her çerçeve, sadece bir fotoğraf değil; bir yön belirleme işareti, bir felsefi duruş, bir ideolojik pusuladır.
Bu yüzden Prof. Dr. Safi Arpaguş’un tercihi, yalnızca bir dekorasyon hamlesi değil, tarihle ve halkla yeniden temas kurma çabasıdır.
Uzun süredir Diyanet, toplumun geniş bir kesimi tarafından “sadece bir kesimin dini temsilcisi” gibi görülüyordu.
Ali Erbaş döneminde, dinin kucaklayıcı yönü yerine ayrıştırıcı, siyasi ve hatta öfke yüklü bir dil hâkim olmuştu.
Ama bugün, o odadaki bir fotoğraf çerçevesiyle başlayan değişim, belki de Diyanet’in ruhunu yeniden halkla buluşturacak bir sürecin ilk işareti olabilir.
Biraz geçmişe gidelim.
Diyanet İşleri Başkanlığı, 1924 yılında, bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla kuruldu.
Amaç, yeni kurulan Cumhuriyet’in dini konularda halka doğru bilgi vermesi, hurafelerden arınmış bir inanç hayatının sürdürülmesiydi.
Yani Diyanet, aslında laikliğin düşmanı değil; laikliğin tamamlayıcısıydı.
Atatürk, dinin halkın vicdanında yerini korumasını isterken, siyasetin eline düşmemesi gerektiğini biliyordu.
Ancak yıllar geçti, köprülerin altından çok sular aktı, ve Diyanet’in misyonu zamanla siyasetin gölgesine girdi.
Bugün Arpaguş’un yaptığı şey, bana göre bu tarihi hatırlatma.
Bir hatırlatma ki, sessiz ama derin:
“Biz aynı kökten geliyoruz.”
Arpaguş’un seçtiği fotoğraf, 1923’te Atatürk’ün Uşak’a gelişini gösteriyor.
Halk ellerini semaya kaldırmış, “hoş geldin” diyor.
Atatürk, kalabalığın içinden yürürken yüzünde hem bir tevazu hem bir kararlılık var.
O kare, Cumhuriyet’in kuruluş ruhunu anlatıyor:
İnançlı ama akılcı, sade ama gururlu, halkla iç içe bir lider.
Ve o kareyi Diyanet’in duvarına asmak, “biz o ruha dönüyoruz” demek.
Bu, modern Türkiye’de belki de yıllardır duyulmayan bir cümlenin sessiz hali:
“Atatürk’e dua eden eller, dine değil hurafeye karşıydı.”
Prof. Dr. Safi Arpaguş, göreve geldiği ilk haftadan itibaren zaten dikkatleri üzerine çekti.
Kürsülerde bağırmak yerine, insanları dinleyen bir tarzı var.
Dini “siyaset diliyle” değil, hikmet diliyle anlatıyor.
Kendisini tanıyan akademik çevreler onun için “sessiz, ama kararlı” der.
Düşünsene, yıllardır Atatürk’ü anmak yerine onun adını anmaktan bile kaçınan bir kurumdan bahsediyoruz.
Ve bir sabah, o kurumun başkanı, Atatürk’ün bir fotoğrafını duvarına asıyor.
Bu Türkiye’de sadece bir haber değildir; bu bir iklim değişikliğidir.
Bu, kelimenin tam anlamıyla dini siyasetten arındırma çabasıdır.
Şimdi gelelim işin biraz eleştirel kısmına.
Evet, isim vermek gerekiyor çünkü hafızasız toplumlar aynı hataları tekrar eder.
Ali Erbaş döneminde Diyanet, toplumun birleştirici gücü olmaktan çıktı, iktidarın sesi hâline geldi.
Ayasofya açılışında elinde kılıçla hutbeye çıkan,
Cumhuriyet’in kurucu değerlerine göndermeler yapan,
kadın haklarından LGBTİ bireylere kadar her konuda ayrıştırıcı bir dil kullanan,
üstelik bunu din adına yapan bir başkandan bahsediyoruz.
Oysa din, korkutmak için değil, kucaklamak için vardır.
Kur’an, öfke değil, merhamet kitabıdır.
Ama biz yıllarca kürsülerde din yerine nefret, dua yerine slogan dinledik.
İşte bu yüzden, Safi Arpaguş’un o fotoğrafı seçmesi, sadece estetik bir detay değil;
bir yön değişimi işaretidir.
O fotoğrafa her baktığımda aklıma şu geliyor:
Bir zamanlar bu ülke, camilerde hutbe okuyan imamlarla, fabrika açan devrimcileri yan yana görebiliyordu.
Atatürk, din adamlarını dışlamadı; onları halkın akıl rehberi olmaya davet etti.
Ama biz son 20 yılda o birlikteliği unuttuk.
Safi Arpaguş’un yaptığı, belki sadece bir fotoğraf asmak gibi görünüyor ama aslında iki Türkiye arasına köprü kurmak.
Bir yanda Cumhuriyet’in laik, modern yüzü; diğer yanda halkın inanç dolu kalbi.
İşte o iki tarafı birbirine bağlayan ince bir çizgi bu: Vicdan.
Sosyal medyada bu kare paylaşıldığında yorumlar adeta sel oldu.
Kimisi “nihayet Diyanet’in duvarına Atatürk döndü” dedi,
kimisi “geç bile kaldılar ama yine de alkışlıyorum” yazdı.
Ve çok sayıda yorumda ortak bir ifade vardı:
“Anlamlı bir mesaj.”
Gerçekten de öyle.
Bir fotoğraf bazen bin hutbeden daha çok şey anlatır.
Çünkü insanlar artık lafa değil, duruşa bakıyor.
Bu yüzden Arpaguş’un bu tavrı, siyasetin gürültüsüne rağmen sessiz bir saygı devrimidir.
Şimdi herkesin aklında aynı soru var:
Bu bir başlangıç mı, yoksa geçici bir jest mi?
Ben temkinli iyimserim.
Çünkü Türkiye’de bir şeyin değişmesi için önce niyetin değişmesi gerekir.
Ve bu niyetin ilk işaretini bir fotoğraf karesinde görmek bile kıymetli.
Ama elbette tek bir kareyle ülkenin dini-siyasi dengesi değişmez.
Şimdi önemli olan, o fotoğrafın sadece duvarda değil, zihniyetlerde yer etmesi.
Yani Arpaguş’un bu adımı bir sembol değil, bir süreç olmalı.
Bundan sonra Diyanet’in dili değişirse, hutbelerde ayrıştırıcı değil birleştirici cümleler duyarsak,
kadınların, gençlerin, farklı inanç gruplarının sesine kulak verilirse,
işte o zaman diyebiliriz ki bu fotoğraf sadece çerçevede değil, kalplerde de yerini buldu.
Bu ülkenin en büyük eksikliği, Atatürk’ü ya tamamen kutsallaştırmak ya da tamamen şeytanlaştırmak oldu.
Oysa Atatürk ne bir puttu, ne de bir düşman; o bir vizyondu.
Ve Safi Arpaguş’un yaptığı şey, o vizyonu yeniden hatırlatmaktır.
Atatürk’ü duvara asmak, onu hatırlamak için güzel bir başlangıçtır.
Ama asıl mesele, o düşünceyi tekrar vicdanlara kazımaktır.
Laiklik düşmanlık değildir.
Diyanet’in görevi din adına bölmek değil, birleştirmektir.
Belki de yıllar sonra ilk kez bu kadar sade bir hareket — bir fotoğraf asmak — bu kadar derin bir mesaj taşıyor.
Bazı şeyleri açık açık konuşmak lazım.
Ali Erbaş döneminde Diyanet, devletin dini değil, iktidarın ideolojisi gibi çalıştı.
Atatürk’ün adını hutbelerden silmek bir başarı sayıldı.
Toplumu din kisvesiyle korkutmak, “şeriat” kelimesini yeniden dolaşıma sokmak marifet sayıldı.
Ama her şeyin bir doygunluk noktası vardır.
Ve halk artık bu dili duymak istemiyor.
Safi Arpaguş’un gelişi, bu yorgun ülkeye biraz sükûnet, biraz saygı, biraz da dengeli bir ses getirebilir.
Eğer bu değişim kalıcı olursa, belki Diyanet yeniden halkın gözünde saygınlığını kazanabilir.
Belki insanlar hutbeye giderken politik manifestolar değil, insani değerleri duyar.
Sevgili okur,
Bazen bir devrim büyük laflarla değil, küçük bir çerçeveyle başlar.
Safi Arpaguş’un yaptığı şey tam da bu.
Bir çerçeveyle geçmişi bugüne, inancı akılla, dini cumhuriyetle buluşturdu.
Ben bu hareketi takdir ediyorum.
Çünkü yıllardır bu ülkede eksik olan şey tam da buydu:
Siyasetle değil, saygıyla konuşan bir Diyanet.
Ama elbette zaman her şeyin ilacıdır.
Bu bir başlangıç mı, yoksa bir yansıma mı — bunu önümüzdeki aylarda göreceğiz.
Belki hutbelerin dili değişecek, belki değişmeyecek.
Belki Diyanet yeniden halkın kalbine dönecek, belki sadece duvarına Atatürk asmakla kalacak.
Ama ben umut etmekten yanayım.
Çünkü her değişim, bir niyetle başlar.
Ve ben o niyeti bu fotoğrafta gördüm.
Sonuçta tarih bazen bir imza, bazen bir cümleyle değil;
bir kareyle değişir.
Ve o kare bugün Diyanet’in duvarında.
Yorumlar