Tarihte Bugün: 20 Ekim – Bir Ülkenin Hafızasında Derin Bir Gün
Merhaba sevgili okur kişisi,
Bugün 20 Ekim. Miladi takvime göre yılın 293. günü. Kalan gün sayısı 72. Hani şu “yıl bitiyor mu ne çabuk geçti” dediğimiz o dönem var ya, işte oradayız. Takvimlerin son düzlüğü. Belki biraz yorgunuz, belki de “bu yıl benden ne aldı, bana ne verdi” diye düşünmenin tam zamanı. Ama önce tarihe bakalım… Çünkü bugün, sadece bugünün değil, geçmişin de sesi yankılanıyor dünyada.
Bugün 20 Ekim 1827’de, Navarin Baskını yaşanmıştı. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın birleşik filosu, Osmanlı donanmasını Yunanistan açıklarında Navarin’de yerle bir etmişti.
Osmanlı’nın denizlerdeki en büyük travmalarından biri. Yelkenler yanıyor, toplar susmuş, rüzgâr artık başka bir yöne esiyor. Bu olay sadece bir askeri yenilgi değil; bir dönemin sona ermesiydi aslında.
Yıkılan gemilerle birlikte bir imparatorluğun özgüveni de yanıyordu o gün.
Bugün baktığımızda, Navarin bize şunu hatırlatıyor: Bazen yenilgi, ilerideki yenilenmenin tohumudur. Ama bu yenilenme, acıdan geçer.
Yıl 1921. Henüz Cumhuriyet yok. Henüz zafere ulaşmamış bir halkın yorgun ama dimdik yürüyüşü devam ediyor.
İşte o gün, TBMM ile Fransa arasında Ankara Anlaşması imzalandı.
Bu anlaşmayla Fransa, işgal ettiği Anadolu topraklarından çekilmeyi kabul etti.
Düşünsene sevgili okur, o yıllarda savaş sadece cephede değil, masalarda da veriliyordu.
Mustafa Kemal ve arkadaşları, bir ulusu sadece silahla değil, diplomasiyle de ayağa kaldırdılar.
Ve Ankara Anlaşması, o mücadelede bir nefes gibiydi — kısa ama yaşatıcı.
Bugün bu satırları yazarken, o masada mürekkebe dönüşen cesaretin hâlâ bu topraklarda dolaştığını hissediyorum.
15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ikinci kongresinde 36 buçuk saat süren bir konuşma yaptı.
Evet, yanlış duymadın: otuz altı buçuk saat!
Bugün bile bir liderin, bu kadar uzun süre boyunca hem akılla hem yürekle konuşabilmesi hayranlık uyandırıcı.
O konuşmada sadece Kurtuluş Savaşı değil, bir ulusun yeniden doğuş hikâyesi anlatıldı.
O yüzden “Nutuk” bir kitap değil, bir milletin hafızasıdır.
Atatürk o kürsüde sadece geçmişi anlatmadı; geleceğe seslendi.
Sanki “Ey Türk gençliği, bir gün bu sözleri hatırlarsan, unutma: senin damarlarındaki asil kan yeter” der gibi…
Bugün, her satırını yeniden okumak, bir tür “zihinsel yemin tazeleme” gibidir.
Biraz sayılardan bahsedelim.
20 Ekim 1940, Türkiye’de yapılan nüfus sayımında toplam nüfus 17 milyon 820 bin 950 olarak açıklandı.
Bugün 85 milyonu geçtiğimiz düşünülürse, o zamanın Türkiye’si neredeyse bir il gibiydi.
Ama o 17 milyonun içinde savaş yorgunu analar, çocuklarını askere göndermiş babalar, sabanla toprağı süren kadınlar vardı.
Yani rakamlar kuru bir istatistik değil; bir milletin yorgun nefesiydi.
Bugün aynı zamanda Kragujevac Katliamı’nın da yıl dönümü.
Alman işgali altındaki Sırbistan’da, 20 Ekim 1941’de binlerce sivil öldürüldü.
Hiçbir şey savaşın insanı düşürdüğü kadar düşüremez.
Bir köyde çocuklar, babalar, öğretmenler sıraya dizilir… Ve toprağa düşer.
Tarih, bazen sadece olayları değil, utançları da kaydeder.
Ve insanlık, bu karanlık sayfaları her okuduğunda bir daha unutmamalı: hiçbir ideoloji, bir çocuğun hayatından daha değerli değildir.
Savaş sadece cephede değil, mutfakta da hissedilirdi.
20 Ekim 1942’de, Türkiye’de ekmek karneleri dağıtılmaya başlandı.
Bugün markete gidip istediğimiz kadar ekmek alabiliyorsak, o günlerin kıtlığına minnet duymamız gerekir.
Bir karne, bir dilim ekmek demekti.
Belki çocuklar aç uyuyordu ama kimse birbirinin lokmasına göz dikmiyordu.
Bugün ise bolluk içinde açgözlüyüz.
Bazen düşünüyorum da, kıtlık insanı değil, bolluk karakteri sınar.
Aynı günlerde, Sovyet Kızıl Ordu Belgrad’a girdi.
O gün faşizmin duvarlarında bir çatlak daha açıldı.
Her kurtuluşun ardında binlerce isimsiz insan vardır; kimisinin mezarı bile yok.
Ama tarih onları unutmuyor, çünkü her devrim bir avuç insanın cesaretiyle başlar.
20 Ekim 1954’te, Dünya Bankası Genel Sekreteri Türkiye’ye geldi ve şu cümleyi kurdu:
“Türkiye ekonomik geleceği çok parlak bir ülkedir.”
Aradan 70 yıl geçmiş. Hâlâ aynı cümleyi duyuyoruz, ama hâlâ aynı geleceği göremiyoruz.
Demek ki parlak gelecekler sözle değil, adaletle inşa ediliyor.
1968 yılının 20 Ekim günü, Meksiko Olimpiyatları’nda Türk güreşçileri Mahmut Atalay ve Ahmet Ayık altın madalya kazandılar.
Bir milletin yüreğine moral olan o madalyalar, aslında “biz de varız” demenin bir yoluydu.
Aynı gün, dünya magazin tarihine geçen bir olay yaşandı: Jacqueline Kennedy, Yunan armatör Aristotle Onassis ile evlendi.
Bir yanda şampiyon güreşçiler, bir yanda dünyanın en çok konuşulan düğünü…
İşte 20 Ekim tam da böyle bir gün: ter ve parıltının, alın teriyle lüksün aynı güne sığdığı bir tarih.
O yıl 20 Ekim’de, İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanı Ord. Prof. Bedri Karafakioğlu, İstanbul’da uğradığı silahlı saldırı sonucunda yaşamını yitirdi.
Bir bilim insanı, fikirlerinden dolayı öldürüldü.
Bugün hâlâ aynı acı cümle geçerli: “Bu ülkede düşünmek cesaret ister.”
Karafakioğlu’nun ölümü bize bilimin de can güvenliği olmadığını göstermişti.
Ama fikirler, kurşun işlemezdir.
O yüzden belki de en sessiz direniş, düşünmeye devam etmektir.
Bugün Türkiye’nin ilk vakıf üniversitesi olan Bilkent Üniversitesi kuruldu.
Bir ülkenin gerçek kalkınması tankla, topla değil; bilgiyle olur.
Eğitimde atılan her adım, bir neslin kaderini değiştirir.
Ve 1984, bu anlamda bir dönüm noktasıydı.
Bugün o üniversitenin koridorlarında yürüyen öğrenciler, farkında olmasalar da tarihin bir devamını yaşıyorlar.
Bingöl’ün Solhan ilçesi yakınlarında, bir otobüs durdurulmuş, 19 yolcu kurşuna dizilmişti.
Bir ülkenin kalbi, dağlarda atmaz; vicdanında atar.
O gün orada yaşananlar, sadece bir istatistik değil, bir insanlık trajedisiydi.
Ve biz hâlâ bu topraklarda “barış” kelimesini tam söyleyemiyoruz.
20 Ekim 1998, Türkiye ile Suriye arasında Adana Mutabakatı’nın imzalandığı gündür.
Bu anlaşmayla Suriye, PKK’ya destek vermemeyi taahhüt etti.
Sınır ötesi meseleler, hep dikenli teller gibidir; dokunmadan çözülmez.
Ama o gün atılan imza, bölgedeki dengeleri uzun süre etkiledi.
Tarih bazen bir mürekkep lekesidir, ama o leke haritaları bile değiştirir.
Türkiye’nin yakın tarihinde karanlık sayfalar çoktur.
20 Ekim 2008, Silivri Cezaevi’nde Ergenekon davasının ilk duruşmasının başladığı gündü.
O gün başlayan süreç, ülke tarihinde bir kırılma yarattı.
Kimine göre hesaplaşma, kimine göre intikamdı.
Ama bir gerçek var: adaletin geciktiği yerde kimse kazanmıyor.
20 Ekim doğumlu isimlere baktığında adeta bir ansiklopedi açılmış gibi olur:
Arthur Rimbaud – Fransız şiirinin asi çocuğu. 37 yaşına bile gelmeden dünyadan gitti ama dizeleri hâlâ genç.
John Dewey – pragmatizmin babası, eğitimin filozofu.
Ruhi Su – halkın sesiyle türküleri yüceltmiş bir ozan.
Viggo Mortensen, Snoop Dogg, Kamala Harris…
Hepsi farklı alanlarda doğmuş ama bir şekilde bu günü anlamlı kılmışlar.
Ve işin garibi, bu kadar farklı insanın aynı güne sığması, tarihin bize fısıldadığı bir şey gibi:
“Farklı ol ama aynı dünyayı güzelleştir.”
Biraz da veda edenlerden söz edelim.
Bugün, Muammer Kaddafi’nin ölüm yıldönümü.
Bir devrimle gelip, bir isyanla giden lider.
Aynı gün Arif Damar da aramızdan ayrılmıştı — şiir dolu kalemiyle.
Ve yine bu günlerde, Paul Dirac, Andrey Kolmogorov, Burt Lancaster, Óscar de la Renta gibi isimler de bu dünyadan göçtü.
Biri fiziğin, biri modanın, biri sinemanın, biri şiirin temsilcisiydi.
Hepsi kendi evreninde iz bıraktı.
Tarih, yaşayanlardan çok, güzel ölenleri hatırlar bazen.
Bunca olayın, doğumun, ölümün aynı güne sığması tesadüf değil.
Her 20 Ekim, bir anlamda dünyanın küçük bir özeti gibidir:
Bir yanda barış anlaşması, diğer yanda savaş.
Bir yanda doğan çocuklar, diğer yanda kapanan gözler.
Bir yanda üniversite kuruluyor, diğer yanda bilim insanı öldürülüyor.
Hayatın kendisi de böyle değil mi zaten?
Işıkla gölgenin birbirine değdiği o gri alan.
Bugün bu yazıyı yazarken fark ettim ki, tarihe bakmak sadece geçmişi görmek değil, bugünü anlamaktır.
Her olay bir ayna, her isim bir hatırlatma gibi.
Mesela Navarin’de yanmış bir gemi, bana “gurur bazen yakar” diyor.
Ankara Anlaşması “bazen geri çekilmek, ileriye hazırlıktır” diyor.
Ekmek karneleri “bolluk içinde aç olma” diyor.
Ve Nutuk “susarsan, seni tarihin sesi bile duyamaz” diyor.
20 Ekim’in bütün bu olaylarını okurken insan şunu hissediyor:
Tarih, asla bitmiyor.
Sadece el değiştiriyor, isim değiştiriyor, ama özü aynı kalıyor.
Kimi zaman bir savaş, kimi zaman bir imza, kimi zaman bir doğum.
Ama her şeyin ortak noktası şu: İnsan.
Bugün 20 Ekim.
Yine sabah güneşi aynı doğdu, akşam aynı batacak.
Ama bu günü farklı kılacak olan şey bizim onu nasıl hatırladığımız.
Ben bu günü, direnişin, yenilenmenin ve hafızanın günü olarak hatırlamak istiyorum.
Çünkü geçmişe bakmayanlar, aynı taşlara tekrar takılır.
Osman Coşkun
benosmancoskun.com
“Geçmişin izinde, bugünün aynasında.”
Yorumlar