Merhaba arkadaşlar.
Bugün 19 Ekim 2025, pazar.
Evimde oturuyorum, dışarıda sonbaharın o hüzünlü, ama bir o kadar da huzurlu havası var. Rüzgâr, pencere perdesini hafifçe dalgalandırıyor. Birazdan akşam olacak, çayımı koyup bilgisayarın başına geçeceğim. Bir yandan “Tarihte Bugün” yazılarını hazırladım, bir yandan izlenmesini istediğim bazı filmler üzerine notlar aldım. Hatta önümüzdeki hafta cumartesi akşamı, yani 25 Ekim 2025’te Edirne Merkez’deki Arka Pub’da gerçekleşecek şiirli, müzikli buluşmadan da bahsettim sizlere.
Ama şimdi…
Bütün bunların ötesinde, aklımda dolanan, beni günlerdir içten içe kemiren bir şey var. Aslında “şeyler” demem daha doğru. Çünkü tek bir konuya sığmıyor bu iç döküş. Hayatın genelinde bir “olmamışlık” hissi var bende. Belki sizde de vardır. Belki de sadece bende.
Ben hayatımın hiçbir döneminde tam manasıyla bir yere ait hissetmedim kendimi.
Ne bir şehre, ne bir insana, ne de bir işe.
Sanki hep “varmışım gibi yapmışım.”
Kendimi hep “-mış gibi” yaşayan biri gibi hissediyorum.
Bir yere gittiğimde oraya ait değilim. Bir ilişkiye başladığımda, sanki rol yapıyorum. Bir işe girdiğimde, “burada sonsuza kadar kalırım” diyemiyorum. Hep bir geçicilik hissi, hep bir “az sonra kalkacağım” hali… Bazen düşünüyorum, belki de bu çağın laneti bu.
Sürekli değişen, hiçbir şeye tutunamayan, “ait olma” kavramını unutan bir kuşağın çocuklarıyız biz.
Kabul ediyorum, ben yarım bırakmakta ustayım.
İlişkilerimi, projelerimi, hayallerimi…
Bir noktaya kadar getiriyorum her şeyi, sonra içimde bir şey tıkanıyor.
Bazen bıkıyorum, bazen “artık gerek yok” diyorum, bazen de kendimden kaçıyorum.
Ve o yarım kalan işler, birikirken ben de içimde birikiyorum.
Bir ara düşündüm, “Acaba psikolojik bir rahatsızlık mı bu?” dedim.
Ama sonra fark ettim ki, hayır. Bu benim karakterim.
Üzülerek söylüyorum ama ben buyum işte.
Ne bir işi sonuna kadar götürebildim ne bir ilişkiyi tamamlayabildim.
Yaptığım milyon tane iş var: şiir dinletileri, kitaplar, radyo programları…
Evet, “var gibi” görünen bir sonuç da ortada ama aslında yok.
Ya da belki de “sonuç” dediğimiz şey zaten bir yanılsama.
Kim karar veriyor neyin tamam, neyin yarım olduğuna?
Belki de asıl mesele “bitirmek” değil, o yolda “var olabilmek.”
Hepimiz, hayatı sanki bir yarışı bitiriyormuşuz gibi yaşıyoruz.
Okul biter, iş başlar; iş biter, evlilik başlar; o biter, çocuk başlar; sonra emeklilik…
Sonra bir gün, nefesin biter.
Ama hiçbir şey tam olmaz.
Hiçbir iş, hiçbir ilişki, hiçbir hayat aslında “olması gerektiği gibi” olmaz.
Belki de bu dünya zaten, “her şeyin eksik kalması” için var.
Yani, evet, belki de olması gereken şey tam da bu: olamamak.
Bitirememek.
Yetirememek.
Bir roman yazarsın, ama bir sayfa eksik kalır.
Birine sevdiğini söylersin, ama zamanlaman yanlış olur.
Bir işe başlarsın, tam güzel gidiyorken bir şey bozulur.
Ve biz, “Yarım Kalmışlıklar Ülkesi”nin vatandaşları olarak, hep aynı döngüde savruluruz.
Bazen düşünüyorum, ben öldükten sonra biri bilgisayarımı açsa ne bulur?
Yarım kalmış bir roman dosyası…
Yarıda bırakılmış bir mektup…
Yazılıp da paylaşılmamış onlarca yazı…
Belki bir diğeriniz de tam sevdiğine sevdiğini söyleyecekken son nefesini verecek.
Bir başkasıysa, hayatının fırsatını yakalayacakken cesaretini kaybedecek.
Bir diğeri, “sonra söylerim” deyip hiç söylemeden gidecek.
İşte böyle böyle, bir sürü eksikle göçüp gideceğiz bu dünyadan.
Belki de zaten tamamlanmamış bir hayat, en gerçek hayat budur.
Kafamın içinde sürekli dönen hikâyeler var.
Kimi zaman bir sokakta geçiyor, kimi zaman bir çocuğun gözünde.
Yazmaktan korktuğum, yarım bıraktığım onlarca karakter, sahne, diyalog…
Bir gün cesaret edersem oturup yazacağım.
Aslında hep öyle olur bende. Önce hikâyeyi kafamda kurarım, tamamlarım, bitiririm.
Sonra yazıya dökerim.
Belki bir gün o kısa öykülerden oluşan kitabı gerçekten bitirebilirim.
Belki o şiir kitabı da gün yüzü görür.
Zamanın daraldığını hissediyorum son zamanlarda.
Bu yüzden üretim sürecini hızlandırdım.
Ardı ardına baskısı bitmiş kitaplarımı yeniden yayımlıyorum.
Kimi “neden uğraşıyorsun” diyor.
Ama ben biliyorum, bu bile başlı başına ölümsüzlük çabası.
İnsanlar genellikle “iz bırakmak” için evlenir, çocuk yapar.
Soyları sürsün isterler.
Erkek olsun, soyu yürütsün…
Sanki hepimiz birer sadrazam torunuyuz!
Oysa ben hiçbir zaman böyle düşünmedim.
Bana göre bir insanın ardında bırakabileceği en değerli şey, bir söz, bir cümle, bir izdir.
Birisi yıllar sonra “Bak, burada bir Osman Coşkun yaşamış. Şunları yazmış.” derse,
işte o zaman ölümsüz oldum demektir.
Ama demeseler de olur aslında.
Yazmak benim için bir varlık sebebi değil, bir varoluş biçimi.
Yani yaşamakla yazmak arasında bir fark yok.
Benim için ikisi de aynı şey.
Bazen düşünüyorum, ben neden yazıyorum?
Çünkü yazmak, insanın kendi içine açtığı bir yara gibi.
Bir kez açtın mı, bir daha kapanmıyor.
Ne kadar yazarsan yaz, o yara hep kanıyor.
Ama bir yandan da o yara sayesinde yaşıyorsun.
Yazmak, çoğu zaman bir kurtuluş değil, bir yük.
Külfetli bir iş.
Oturup saatlerce bir kelimenin yerini değiştirmek,
bir satırın tonuyla boğuşmak…
Bazen kendi cümlelerine küfretmek.
Yine de dönüp dolaşıp aynı yere gelmek:
Yazmadan duramamak.
Sakallarım bembeyaz oldu artık.
Kendimi bazen Şirin Baba gibi hissediyorum,
bazen ak sakallı dede gibi,
bazen de sadece yaşlanmış bir çocuk gibi.
Bir gün insanların rüyalarında dolaşacağım belki de.
“Bir adam vardı, şiir gibi konuşurdu” derler belki.
Ama bunların hiçbiri önemli değil.
Çünkü ben zaten kendimle kavgalıyım.
Bir yanım dünyaya ait olmak istiyor,
diğer yanım ondan kaçmak.
Bir elimle yazıyorum, diğer elimle siliyorum.
Bir yanım “yeter artık” diyor,
öteki “bir sayfa daha.”
Yalnızlık, bana göre bir eksiklik değil, bir seçim.
Belki de uzun zaman önce bir “kalabalık yorgunluğu” geçirdim ben.
Şimdi sessizliğe tutunuyorum.
Evimin duvarları, kahvemin kokusu,
penceremin dışındaki rüzgâr…
Bunlar bana yetiyor.
Artık kimseyle yarışmıyorum.
Ne bir kitap çok satsın derdindeyim,
ne de bir yazı “trend” olsun istiyorum.
Ben sadece yazmak istiyorum.
Yazdıkça var olmak, yazdıkça nefes almak…
Belki de tek amacım bu.
Kimi zaman “Hayat boş.” diyorum.
Ama sonra dönüp bakıyorum:
Bir çocuğun gülüşü, bir dostun selamı,
bir sabahın serinliği…
Aslında dolu dolu anlar var hayatın içinde.
Sadece biz göremiyoruz bazen.
Yine de büyük resme baktığında, evet, bu dünya kimseye kalmaz.
Ne paraya, ne güce, ne şöhrete, ne aşka…
Hepsi bir gün biter.
Ve geriye sadece izler kalır.
Yunus Emre, asırlar önce demiş ya:
“Sevelim, sevilelim; bu dünya kimseye kalmaz.”
Tam da öyle işte.
Ne kadar çabalarsak çabalayalım,
ne kadar iz bırakmak istersek isteyelim,
sonunda hepimiz sessiz bir sayfa oluruz.
Bir kitabın ortasında, bir parantez arasında kayboluruz.
Ama belki de mesele tam da budur:
Kaybolmak ama güzel bir cümlenin içinde.
Hayatın sonuna kadar hiçbir şeyin “tamam” olmadığını bilmek,
belki de en büyük özgürlüktür.
Çünkü o zaman artık mükemmel olmaya çalışmazsın.
Yarım kalmaktan korkmazsın.
Benim öykülerim, şiirlerim, mektuplarım,
belki hiçbir zaman “tam” olmayacak.
Ama ben onları yazarken tam hissediyorum kendimi.
Ve belki de yeterli olan tek şey budur.
O yüzden, hayat boş diyorum ama bu boşlukta bir anlam var.
Yazalım, okuyalım, gezelim, sevelim.
Sonra bir gün, sessizce giderken
arkamızda bir cümle kalsın sadece:
“Burada bir Osman Coşkun yaşadı. Yazdı. Düşündü. Sevdi.”
Ve hepsi bu.
Haydi selametle…
Osman Coşkun
benosmancoskun.com
Yorumlar